28 February, 2010

Zihin Sağlığı


Zihin sağlığını korumak lazım dimi, hafta içine daha enerjik, daha mutlu başlayabilmek için hafta sonu oldugunca dinlenmek eğlenmek lazım. Son aylarda genel olarak her haftasonu en az 1-2 film izlemeye, dışarı çıkmaya, yeni tarifler denemeye çalışıyorum. Her seferinde başarılı olamıyorum ama en azından deniyorum:) Bu haftasonu ne kadar geç kaldıgımı anladıgım Jules et Jim'i izledim. Yukarıdaki afişi herkes görmüştür muhakkak, ben de biliyordum ama bugune kadar hiç merak edip izlemeye yeltenmemiştim. Yazık olmuş.. Mutlaka izlenecek filmler listesi vardır ya hani herkesin onlardan biri işte. Ben çok sevdim.. Sahneleri, kostumleri, oyuncuları, dış sesi, bazı diyalogları.. Birkaç kere daha izlemek gerek..


Zülfü Livaneli'nin Veda'sını izledim. Çok fazla yorum yapılmadan gitmek istedim. Çünkü Can Dündar'ın Mustafa'sına gitmemiştim. Bunu kendi başıma değerlendirmek istedim. Biz eleştirmeyi çok seviyoruz. Google'a girip baktıgımda ohoo yine ne yorumlar yazmışlar gördüm.. Ben Zülfü Livaneli'yi çok severim, filmi de beğendim. Salih Bozok dilinden anlatılmış Atatürk. Çok özel, bilmediğimiz sahneler yok, hep okudugumuz hayat hikayesinden kesitler var. Tabiki o kadar kısa süreye hepsi sığmaz ama olabildiğince bir çok ayrıntı ele alınmıs.Sinan Tuzcu da benim beklediğimden iyiydi. Genel olarak oyuncular iyiydi. Salih Bozok rolündeki Serhat Mustafa Kılıc'ı severim ben. Bir tek Latife hanımı daha farklı biri canlandırabilir diye düşünüdüm o kadar. Kostümler ve makyajlar iyiydi. Benim de kendi çapımda eleştirdiğim yerler oldu tabi, savaş sahnelerinde, yada hiç sözü bile geçmeyen kişilerin olması vs. Ama yine de bu kadar emek verilmiş saygı duyuyorum..

Ben aslında Turgut Özakman'ın filmini merakla bekliyorum. Az kaldı, bakalım o nasıl olmus:)

Bu haftasonu Fransız usulü mantarlı tavuk yapmayı denedim, yeni açılan bi yerde yemek yedim, bir de tiyatro oyunu izledim. Kalanı da bir sonraki posta artık:) Mutlu bir hafta olsun hepimize:)

24 February, 2010

Olanlar

Hani bazen birini arayamazsın sonra da bi türlü elin telefona gitmez de araya uzun bi ara girer. Bu sefer blogum için de öyle oldu. Gecen hafta yazacaktım birşeyler, fırsat olmadı sonra da elim bi türlü klavyeye gitmedi, yazamadım.

2 haftadır haftasonu Adana’dan farklı arkadaslarım geldi onlarla vakit geçirdim bolbol, küçük planlar yaptık, evde oturup dedikodu yaptık bol bol.Beşiktaş-Galatasaray maçını izledik. Yemekler pişirdik, hatta ben pastalar da yaptım.. Onların da resmini koyayım buraya:) Tesadüfen aynı güne denk gelen iki dogumgunu için bu pastaları yaptım. Daha 40 fırın ekmek yemem lazım ama olsun yaptıkca biraz daha geliştireceğim sanırım kendimi..

Bu Cumartesi yine Devlet tiyatrosunun Kod Adı Kongo isimli oyununu izledim. Begenmiş olmakla birlikte gereğinden fazla uzatıldıgını düşünüyorum. Demokratik Kongo Cumhuriyetinin Avrupa Birliği’ne girmek için başvuru yaptıgı sırada bir Polis karakolunda yaşananları anlatıyor..

Şu anda uzun zamandır merak ettiğim Levhi Mahfuz’u okuyorum. Çok ilginç bir kitap. Ama henüz başlarında sayılırım, oldukça ağır oldugu için işe götüremiyorum, bakalım evde okuyarak ne kadar sürede bitirebileceğim..

18 February, 2010

Kayıp Gül


O gün, Diana için sıradan bir alışveriş günü olmustu aslında. Mağazadayken, önce yeni bir gömleğe ihtiyac duyup duymadığını düşünmüş, ardından, zaten yeteri kadar alışveriş yaptıgı konusunda kendini ikna etmeye çalışmış, ama sonunda bir mavi gömleğe daha kavuşmuştu.

Gömleğini annesine gösterirken, üstündeki 1100 dolarlık etiketi ondan gizlememişti.

Annesi şöyle bir etiketine baktıktan sonra kızına sormustu:
‘Dünkü gazetede Paris’te düzenlenen müzayedenin haberini okudun mu, Diana?’

‘Yoo, neden sordun anneciğim?’

‘Descartes’in yeleği 125.000 dolara alıcı bulmuş da...’

‘Yaaa! İyiki gitmemişiz. Sen satın almazdın benim de içimde kalırdı. Hem bak, benim gömleğim kesin onun yeleğinden daha şıktır.’

‘Tam tamına 125.000 dolar, Diana.’

‘Haa tamaam, şimdi anladım. Sen bana, 1100 doların böyle bir gömlek için az bile oldugunu söylemeye çalışıyorsun, değil mi annişkom?’

Annesinin böyle düşünmedğini adı gibi biliyordu ama, işi şirinliğe vurup, bir an önce yeni gömleğini gönül rahatlığıyla diğerlerinin yanına asmak istiyordu.

‘Bir konuda haklısın yavrum. Senin gömleğin Descartes’ın yeleğinden çok daha şık. Descartes’in yeleği, ne ipek, ne de kaşmir... Ne Donna Karan, ne de Prada... Hatta bir mağazaya götürsen, beş dolar bile etmez.’
‘Eeee o kadar da olsun anne, fiyat gayet makul, o yeleği Descartes giymiş sonuçta.’

‘Doğru. Descartes gibi insanlar, giydikleri kumaş parçalarına değer kazandırıyorlar. Bir de tam tersini düşünsene.’

‘Ne gibi?’

‘Kumaş parçalarının insanlara değer kazandırdığını.’

Diana bir an başını öne eğmiş ve annesinin yeri geldiğinde, kendine has yöntemlerle kızına hissettirmeye çalıştığı şeyi düşünmüştü:

Kendini özel hissetmek için ihtiyacın olan tek şey, kendinsin.

Serdar Özkan’ın Kayıp Gül isimli kitabını bitirdim. Ne zamandır kitapcıların raflarında görüyordum en son indirimli olarak görünce aldım. 2 gündür işe giderken serviste de bitirdim.Türk bir yazarın kitabı bu kadar cok dile cevrilince insanın koltukları kabarıyor tabii, bir o kadar da merakla okuyor. Çok akıcı bir kitap, hoş da bir hikaye, ancak bende o kadar da büyük izler bırakamadı. Ancak yukarıdaki bölümdeki gibi birkaç yerin altını çizmiştim onu da burada paylaşmak istedim.

15 February, 2010

İmgeyle bulusma & Tiyatro

Sonunda basardık.. Aylardır görüşelim görüşelim dedik ama malum İstanbul burası, herkesin işi gücü bitmez. Artık en sonunda plan yaptık ve İmgeyle bulustuk:)) Mekan olarak sonrasında gideceğimiz Kenter tiyatrosuna yakın olması açısından Nişantaşı'nı seçtik.. Ben 10 dakika gecikmeyle varabildim ama olsun!! Bulusup bir şeyler içmek için yakındaki cafelerden birine oturduk.Hiç susmadan da konustuk heralde.. Ve neredeyse oyuna gec kalacakken İmgenin hatırlatmasıyla kalkıp tiyatroya dogru yürüdük.

Profesyonel'i izledik birlikte. Tek perdelik çok güzel bir oyun. Zaten şu iki adamın oynadıgı bir oyuna kötü demek yakısık almaz herhalde. Bülent Emin Yarar'a olan hayranlıgım şu oyunla başlamıştı zaten, bu yazıma da konu olmustu. Yetkin Dikicileri ise 2. defa canlı izliyorum ama bu sefer cok etkilendim, hem sahnedeki durusundan hem de bu kadar ciddi bir oyunda bile seyircinin verdiği aksiyona akıllıca ve komik tepkiler vermesinden...

Blogum sayesinde İmgeyle tanısmaktan ve bu kadar eğlenceli bir gün geçirmekten dolayı cok mutlu oldum:) Fotograf çekmeyi hiç akıl edemediğimden postuma tiyatro maskları koydum bana bu günü hatırlatsın diye..

11 February, 2010

Çöp kutusu


Bu ne şimdi diyeceksiniz ama bu çöp kutularını Bakırköy ve Ataköy'de gören kardeşim ne kadar güzel ne kadar güzel deyip duruyordu, başka yerlerde de varmı bilmiyorum.Fotografını çekip bloga koyayım siz de görün istedim.. Pislik içindekilere oranla gayet temiz durmuyor mu:)

07 February, 2010

Evim, miskin ben ve filmlerim

Bu hafta sonu neredeyse evden hiç çıkmadım desem yeridir. Cumartesi yarım günlük bir temizlik maratonundan sonra tüm gün battaniyenin altında oturdum film izledim. Arada da nescafe ve bisküvi, yemek, ıhlamur çayı gibi kısa molalar verdim... Genelde bu kadar miskin değilim ama çok çok iyi geldi bana:) Aşagıda da izlediğim filmler var.

* Erkekler ne Söyler Kadınlar ne anlar, sinemadayken çok gitmek istemiştim ancak fırsat olmamştı. Çok da birşey kacırmamısım, bence DVD lik bir film. Klasik kadın erkek ilişkileri.. Hoş vakit geçirdim.


*İşte bu film haftasonu izlediğim en güzel filmdi. 2009 filmi imiş ama ben ilk kez DVD satın alırken gördüm hiç duymamıştım.. Ama iyi ki görmüşüm.. Merly Streep'in oyunculugu önünde şapka çıkarmak lazım gerçekten. Kadın filmde dev gibiydi nasıl o kadar kilolu ve uzun gösterebilmişler bravo. Ayrıca film gerçek hikayeden alınmış ve blog yazarlarının izlemesi gerekir bence. Ben gerçekten sevdim.


* İkinci bir Merly Streep filmi, çok daha farklı bir hikaye.. 10 yıl önce boşanmış bir karı kocanın karmaşık ilişkisi. Deminki filmle tek benzer yanı Merly Streep'in burada da yemek pişirme yeteneğinin fazla olması.. Filmlerdeki bazı mutfak sahneleri beni benden alıyor. Bu filmde de Steve Martin ile birlikte kafede pişirdikleri çikolatalı kruvasanın kokusu neredeyse benim burnuma geldi. Bu arada sonu da klasik bir son değil, haberiniz olsun:)



* Son olarak da televizyonda rastladıgım Bucket List'i izledim, bu da hiç duymadıgım filmlerdendi. Jack Nicholson ve Morgan Freeman aynı hastane odasını paylaşan iki kanser hastası. Ölmeden önce yapmak istedikleri şeyleri liste halinde yazıyorlar ve uygulamaya başlıyorlar..

Bugun akşamüstü de Romantik Aşk Tadına Komedi'ye gitmeyi düşünüyorum. Bol filmli bir haftasonuydu dinlenip, enerji topladım. Herkese mutlu bir pazar günü olsun:)

04 February, 2010

Son kitaplarım

Son zamanlarda istediğim kadar verimli geçmiyor kitap konusunda ama şu anda okudugum kitap (İnci gibi dişler ) oldukça içine aldı beni, elimden düşmüyor. Ne zamandır okumak istiyordum ancak bu yıl kitap fuarında sonunda satın alabildim. Kitabın arka kapagında ‘bu romanın 80 sayfalık müsveddesini götüren yazarın 250.000 pound avans aldıgını ve bu durumun dünyada çok büyük sükse yaptıgını’ yazmıslar. Konusu ise İngiltere’deki kenar mahallelerin birinde farklı renklerin, farklı kuşakların, farklı dinlerin, üç renkli ailenin çoluk çocuk birbirinden matrak hikayeleri etrafında, göçmenlerin, geleneklerin, İngiliz orta sınıf ailesinin ve alt kültürlerin ağzına kadar dolu bir cümbüş sürahisine daldırılıp daldırılıp çıkarılan bir parodisi.. ( ne kadar güzel bir anlatım dimi, böyle bir cümle varken ben üzerine cümle kuramadım kitabın arkasından kısaltarak yazdım:P)





Öncesinde de Canan Tan’ın En Son Yürekler Ölür’ünü okumuştum çok çok beğendiğimi söyleyemeyeceğim, Piraye bana daha iyi gibi geldi. Ama Canan Tan’ın yazılarının akıcılıgı hatırına sonuna kadar dayandım. Tabii bir de WOMM (agızdan agıza pazarlama konusunda) Fikrimühim’le tanıtım yaptıgı için de bana biraz sempatik gelmişti. Kısaca yaz kitabı olabilir, ama kış için uygun olmadı.

01 February, 2010

Rita'nın Şarkısı

Haftasonu Ritanın şarkısı'nı izledim. Ne zamandır gitmek istiyor ancak bilet bulamıyordum sonunda geçen ay çok güzel bir yerden bilet aldık ve koltuklarımıza kurulup oyunu izleyebildik. Neden bilet bulamadıgımı da anlamış oldum. Oyun Willy Russel tarafından yazılmış, açık üniversitede ilk defa ders verecek olan sarhoş bir profesorle öğrencisi kuaför bir kızın hikayesi. İkisi de birbirinden birçok şey öğreniyor. Bu arada ben Çetin Tekindor’u ilk kez canlı izledim ve çok beğendim, ses tonu, oyunculugu gerçekten çok iyiydi. Tülay Günal’ı da ilk kez gördüm gerçi Asi diye bir dizide oynuyormuş duyunca yüzünü hatırladım o da iyiydi gerçekten.What a wonderful world'u de güzel yorumladı.


Yanımda oturan ve oyun boyunca elinde kagıtla kursun kalem bulunan bir teyze vardı. Eleştirmen filan diyeceğim ama hiç öyle de görünmüyordu çünkü oyunu evdeki teyzelerin pembe dizi izlemesi şeklinde nidalarla ‘aaaa, inanmıyorum, ahh ne güzel vs..’ şeklinde izledi. Oyun boyunca da notlar aldı, ahh o kurşun kalemin kagıtta çıkardığı sesler beni benden aldı, birşey söylememek için kendimi zor tuttum vallahi.

Şubat ayı için de birkaç oyuna bilet aldım şimdiden, hatta bir aksilik olmazsa bir tanesine İmge ile birlikte gidecegiz:)
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...